6 Nisan 2015 Pazartesi

OSMAN KILIÇ ve SİNAN DERVİŞOĞLU MANTIĞI ARASINDA NE FARK VAR?

Geçenlerde Sinan DERVİŞOĞLU’nun Politika Gazetesi’ndeki yazısını okuyunca Anadolu Sakatlar Derneği Genel Başkanının Kayseri’de bir gazeteye verdiği demeçte söyledikleri aklıma geldi.
Anadolu Sakatlar Derneği Genel Başkanı Osman Kılıç gazeteye verdiği açıklamasında 'engellilerin Allah tarafından cezalandırıldığı için bu hale geldiğini' söylüyordu.
Hazret; “Diyelim ki bir kazada bir insanın kolu, bacağı, parmağı kayboldu. Bu insanı hayata kazandırmak lazım. Biz öncelikle sağlıklı insanları sağlıklı yaşatmak için çalışmalıyız. Kazalara önlem almalıyız. Ama ne yazık ki sağlıklı insanları sağlıksız yaşam hareketinde devam ettiriyoruz.” dedikten sonra asıl “keramet”ini buyuruyor.

Şöyle devam ediyor;
“ Kazadan sonra bir yerini kaybeden insanın psikolojisi bozuluyor.
Biz bu noktada devreye girmeliyiz.
Bu Allah’ın vergisi, ben bir hata yaptım bu cezayı çekiyorum demesi gerekiyor. Bu noktada görev müftülüklere düşüyor. İnsanlar yaşarken hatalarını görürler. Bu hatalara karşılıkta Allah tarafından bazı cezalar verilir.
Bir kere yaşarken bunu görmek lazım.
Allah kulunu çok sever. Kulunun yaptığı hatalara bir aldırmaz, iki aldırmaz, beş aldırmaz. Derki! ‘Ey kulum sen hala niye kendine gelmiyorsun?’
Bu hadisi şerifte de var. İşte burada müftülüğümüz devreye girecek. Bu insanı alacak, iyi niyetle arkadaşıyla anlaşmasını sağlayacak.
Çünkü bu insanlar eksikliklerinden utanıyorlar.
Bu insanın psikolojik yapısını düzenleyecek. Ben bu cezayı çekiyorum, buna alışmalıyım, bunda da vardır bir hayır diyerek hayatını idame ettirmesi geriyor.”

Daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.
Öncelikle, sakat kelimesi Arapçada; “düşük, döküntü, kıymetsiz şey” anlamına geliyor. Buna rağmen insanların bu anlamdaki bir nitelemeyi kabullenip, bu isimde bir dernek kurması kendi kendilerine yaptıkları bir hakarettir.
Kendi adıma bir insana bırakın ‘sakat’ demeyi, “engelli” demeyi bile o insana yapılmış bir hakaret saydığımı söylemeliyim.
Bana kalırsa “engelli” diye tanımlanan insanlarımız için kullanılması en uygun kelime “engellenmiş” olmalı.
Çünkü “engelli” kelimesi; bir kesimin vücut yapıları, ihtiyaç ve tercihleri üzerinden kurulmuş yaşam tarzının, farklı özelliklere sahip diğer kesimi engellediği gerçeğini saklıyor.
Öyle ki; bu kesimin “engelliliği” onların suçu ya da doğanın, ilahi bir gücün takdiriymiş anlamına geliyor. O yüzden gerçeği en iyi tanımlayan kelime bana kalırsa “engellenmiş” olmalıdır.

Anadolu Sakatlar Derneği genel başkanının yukarıda alıntıladığım sözleri ise bütün bu tartışmaları hiç anlamına getiriyor.
Engellenmiş yurttaşlarımızı suçluluk duygusuna kapılmasını amaçlayan, aşağılayan ve ne yazık ki aslında kendi aşağılık kompleksinin yansıması sözler…
Getirdiği öneri ise tam içler acısı;
“…İşte burada müftülüğümüz devreye girecek.
Bu insanı alacak, iyi niyetle arkadaşıyla anlaşmasını sağlayacak.
Çünkü bu insanlar eksikliklerinden utanıyorlar.
Bu insanın psikolojik yapısını düzenleyecek. Ben bu cezayı çekiyorum, buna alışmalıyım, bunda da vardır bir hayır diyerek hayatını idame ettirmesi geriyor.”
Osman Kılıç, bir yerlere yaranmak kaygısıyla, kendi komplekslerini tüm engellenmiş yurttaşlarımıza yüklemeye çalışmış.
Tıpkı Sinan Dervişoğlu’nun yazısının tümünde hissedilen o “başarı fetişizmi” ve “mağlubiyet sonrası gelişen aşağılık kompleksi” gibi…

Sinan Dervişoğlu Osman Kılıç’ın önerdiği müftünün rolünü üstlenmiş.
Adeta Türkiye soluna; “ Bütün bunlar senin suçun.
Geçmişinde yaptığın ya da yapmadıkların yüzünden bu durumdasın.
Sen bu durumu hak ettin. Kabullen ve buna alış.
Başarıya ulaşanları takdir ve biat et” demeye getiriyor.
Ve tıpkı Osman Kılıç gibi yaranma telaşı taşıyor.

Kendisinin “yurtseverlik” konusundaki bir yazısını okuduğumu, genel olarak o yazıdaki söylediklerine katıldığımı söylemeliyim.
Sonraki birkaç yazısına şöyle bir bakmıştım.
Söylemlerine trende göre ayar verdikçe öznelleştiğini, nesnelliğini yitirdiğini gözlemlemek bendeki ağırlığını azaltmış, açıkçası yazılarını sıradan mahalle eğilimleri kaygısıyla yazılmış yazılar kategorisinde görür ve karşılar olmuştum.

Bu yazısında sıradanlığı aşmaya çalışmış.
Ancak bunu yaparken trendlerin etkisinden kurtulmaya çalışmak yerine herkesten fazla trend olmayı denemiş.
Bulunduğu sıradanlık bataklığında dikkat çekmek için yaptığı bu zıplamalar daha da batmasına yol açmış.
Bir kere Dervişoğlu yazısına son zamanların en moda, en trend ve en sıradan yalanıyla başlıyor.
Türkiye Solunda Kürt Hareketine karşı düşmanca bir tavır olduğuna dair bitmez tükenmez tekrarlarla algılara yerleştirilmiş o kadim ve haksız söylemle...
PKK’ya dair her eleştiriyi “Kürt düşmanlığı” olarak niteleyen, o öğretilmiş, imal edilmiş sanal gerçekliğe başvuruyor.
Bunu da yine son moda “algısal linç” tekniğinden yararlanarak, değişmez “Malum ve Makul Şüpheli” BHH üzerinden yürütüyor.
Amaç..? Belki kendisi son zamanlardaki ortam renginin donukluğu içindeki yazılarına renk getirmek istemiş olabilir.
Ama yazdıkları, bir üst akılın sofistike tekniklerle Türkiye Soluna aşılamaya çalıştığı aşağılık ve suçluluk kompleksinin derinleşmesinden başka işe yaramıyor.
Bırakın yazıya renk gelmesi Sinan Dervişoğlu’nun imajını da donuklaştırıyor.
Kendisi BHH’nin kayıtsız şartsız HDP’ye eklemlenmemesini, Türkiye solundaki Kürt Özgürlük Hareketine karşı “...hatta düşmanca” tavrın kaynaklandığı güçlü bir damara bağlıyor.
Her zamanki, doğruluğu tekrarından menkul “Kemalizmin, resmi ideolojinin Türkiye solunda süren etkisi” gibi en beylik tespitlerden sonra sıradanlığa çare olarak şu sıralar piyasaya yeni sürülen bir argüman deniyor.
Kibir ve kıskançlık..!?

Dervişoğlu; Osman Kılıç’ın “sakatlar” adına onları aşağılayarak verdiği röportajla, Diyanet işlerinin “kibir ve kıskançlık” üzerine verdiği bir fetva karışımı yazısında sorunun kaynağını(!) bulmuş:
“Sorunun kaynağı, halkların mücadelesindeki eşitsiz gelişme ve bu eşitsizliğin kafalarda kabullenilmemesidir.” diye başladığı dört paragraflık bölümde 12 Eylül Faşist Darbesi arifesinden başlayarak olağan üstü yüzeysellikte tespitler yapıyor.
Dünyanın en sofistike ve güçlü formatlama operasyonu olan 12 Eylül Darbesini tümüyle örgütlerin beceriksizliği, direngenliği üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutuyor.
Uluslar arası tekelci sermayenin, monetarist politikaya geçme zorunluluğunun, kapitalizmin içinde barındırdığı daimi krizinin, küreselleşme olgusunun bir zorunluluk olarak 1978’den buyana nasıl geliştiğinin ve bütün bunların sonucu olarak Türkiye üzerindeki yine zorunluluktan kaynaklanan hesaplarının dikkate bile alınmadığı bir değerlendirme…
Sanki Türkiye burjuvazisi ile devrimci güçlerin dünyadan soyutlanmış bir arenada yaptığı mücadeleyi, futbolcu eskisi bir spor yazarı kolaycılığında “yüreğinle oynadı-oynamadı”, “topa girdi-girmedi”, “tekmeye kafasını uzattı- uzatmadı” gibi argümanlarla maç sonrası kritiğini yapmış.
Ve sorunu; ‘iyi oynayan maçı kazanır’a getirmiş.
Türkiye solunun üzerinde uygulanan bedensel, katliam, işkence, tutuklamanın yanında olağan üstü tekniklerle ve küresel finans destekleriyle gizli açık örgütler vasıtasıyla algısal uygulamayı es geçmiş, yok varsaymış.
O kadar ki bu yazıyı kendisine yazdıran o algı operasyonun kendi üzerindeki etkisinden bile haberi yok.
30 yıl boyunca sistemli bir şekilde uygulanan Türkiye solunda pişmanlık, suçluluk, aşağılık duygusu yaratma amaçlı o lanetli propagandanın bir parçası olduğunun farkında değil.
Ustaca zihinlere tutuşturulan mamul paradigmaları, sipariş üzerine üretilmiş argümanları kendi buluşu sanarak yeni din-ideoloji karışımı lanetli bir öğretinin rahipliğini yapıyor.
Sinan Dervişoğlu zaman zaman zihninde çakan yurtseverlik gibi kavramları, Özal’ın ANAP’ının Türkiye’nin bu formatlanma sürecindeki fonksiyonunu hatırlayıp satır aralarında kullanıyor.
Ama o dönemlerde ANAP’a katılmalarından yakındığı insanların bugün kendisinin misyonerliğini yaptığı “vurun Türkiye soluna” kampanyasının bir parçası, aynı kampanyanın bir aktörü olarak şimdiki müttefiki olduğunu unutuyor.
Örneğin söz konusu yazısına ikircimsiz imza atacak birçok insanın yurtseverliği faşistlikle bir tuttuğunu hesaba katmıyor.
Aslında o zamanlardaki tutumuyla eleştirdiği solcu eskileriyle şimdi dolaylı dolaysız kanka olduğunu da görmezden geliyor.

Sinan Dervişoğlu yazısının başında yazısının temel hedefini açıklamış.
Bu hedef Birleşik Haziran Hareketi…
Yazının sonlarında da BHH’nin adını anmasa da aynı hedefi güdüyor.
Haziran Hareketi içinde önemli bir yeri olan eski Dev-Yol geleneğinin günümüzdeki temsilcilerine yönelik yine oldukça yüzeysel “öncü savaş” tahlilleri yapıyor.
Aslında bunu yaparken yazısında nereden feyiz aldığını da açık ediyor.
“Öcalan geçen HDP kongresine yolladığı mesajda “Mahir’den devraldığım bayrağı Türkiye Solu’na teslim ediyorum” demişti. Mahir’den esinlenerek, onun politik yaklaşımını kullanarak bölgesel, hatta dünya çapında bir güç haline gelebilen PKK, bir Devrimci Yol’cu için de gurur kaynağı olmalıydı. Ama aksine, bugün gördüğümüz şey, inatçı bir red, bir dışlama tavrıdır.”
Öcalan’ın mesajının amacıyla Sinan Dervişoğlu’nun mesajının amacı aynı.
Haziran Hareketini parçalamak…
PKK ve Öcalan’ın bugüne kadar izlediği yolun Mahir’in bayraktarlığını yaptığı “öncü savaşı” ile ne kadar çakıştığı tahlillerini Dev-Yol’culara bırakıyorum.
Ama şu kadarını söyleyeyim henüz hiçbir bayrak hedefine ulaşmadı.
Ortada ne Kürt Hareketi için ne de Türkiye Solu için kutlanacak bir zafer, yasını tutacak, utanılacak bir yenilgi yok.
Doğruluğu kanıtlanan bir ideoloji de yok. Mücadele devam ediyor. Tarih de…
Ve mücadele omuz omuza sürerse başarıya ulaşacaktır.
Birbirlerinin kapsayıcılığında, önünde, arkasında değil, omuz başında, hiçbir kompleks duymadan, dostça kardeşçe, özgünlüklerine saygı temelinde bir dayanışma içinde bir mücadele ile gelecek bu başarı.

Sinan Dervişoğlu yazdıklarına bir daha bakmalı.
Anadolu Sakatlar Derneği başkanın Osman Kılıç’ın “sakatlar” için söylediği; “Çünkü bu insanlar eksikliklerinden utanıyorlar” cümlesi ile kendisinin kullandığı; “Türkiye Devrimci hareketi (bugün hala hesabı verilmemiş olan) utanç verici bir yenilgi yaşadı.” cümlesindeki ortak kompleksin içsel irdelemesini yapmalı.
“Özal’ın ANAP’ı, yoksul işçi semtlerinde birinci parti olabildi.” olgusunun arkasındaki gerçeklere nesnel değerlendirmeler yerine “Ve sol inancını koruyan bizler, bu ayıbı ve utancı iliklerimize kadar hissederek bugünlere geldik.” gibi Osman Kılıç mantığıyla yaklaşılırsa AKP gerçeğini de anlayamayız.

Sinan Dervişoğlu gibi bu yazıyı, adeta bir klasikmiş gibi paylaşmaya doyamayanlar da bir daha okumalı.
Bir daha okumalı ki;
“Bu gelişmenin Türk ve Kürt toplumları arasında yarattığı farklılaşma, günümüzde yaşadığımız trajedinin, “Kürt düşmanlığı”nın temelidir. TÜRK TOPLUMU kaybettiği devrimci evlatlarını unutan, yoz siyasetçilerin ve medyanın manipülasyonu ile her türlü gericiliğin, MHP’nin, İslamcılığın, vurguncu liberalizmin, Baykal’ın faşizan “sosyal demokrasisin” peşinde sürüklenen, ve GİDEREK KENDİNE SAYGISINI YİTİREN bir kitle haline gelirken, KÜRT TOPLUMU kendine güvenen, onurunu koruyan, daha geri bir sosyo-ekonomik tabana dayanmasına rağmen kadına değer veren, belediyelerinde bir tek rüşvet vakasını yaşamayan daha AHLAKLI, İNANÇLI ve BAŞI DİK BİR TOPLUM haline geldi.” İfadesindeki toplumsal aşağılamayı görebilmeli.
Sinan Dervişoğlu’nun toplumları birbirine göre değerli-değersiz gibi derecelendiren yaklaşımlarının insanı nerelere götürebileceğini hesap etmeli.

Ve apar topar yaranma telaşıyla davranarak, toplumları başına etnisite adı ekledikten sonra (Türk- Kürt) yan yana getirip, birini sağlam, diğerini sakat ilan ederek, esasen “engellenmiş” toplumlar olduklarını görmediğimizi, dolayısıyla Küresel Sermaye ve Emperyalizm olgusunu yok varsaydığımızı görelim.

Son olarak meselelere Anadolu Sakatlar Derneği mantığıyla bakıp Türkiye Komünist Partisi adını kullanmanın insaf ve vicdan boyutunu da bir düşünelim.