24 Ocak 2019 Perşembe

8 Aralık 2018 Cumartesi

SARI YELEKLİLER: ULUSAL AMA -henüz- IRKÇI DEĞİL, SINIFSAL AMA -henüz- SOSYALİST DEĞİL.

Fransa'da Sarı Yelekliler direnişi Küresel Kapitalizmin dayatmalarına karşı bir tepkidir.
Küresel Kapitalizmin "küresel" yanınına karşı ULUSAL "Kapitalist" yanına karşı SINIFSAL bir tepki...
Ulusaldır ama 'ulusalcı" ya da 'milliyetçi", 'ırkçı' değildir.
Sınıfsaldır ama kapitalizme karşı sistem temelinde bilinçli ve köklü bir karşıtlığı yok.
Bir anlamda Emekçi Fransa Emekçi Ulusunun -henüz "kendisi için" diyemeyeceğimiz- kendiliğinden başlattığı bir isyandır.
Elbette kendimce yaptığım bu tespitlerin hepsinin başına "Henüz" kelimesini eklemek gerekir.

Eğer Fransız Solu, meselelere öteden beri olduğu gibi, şaşı bakmaya devam ederse, örneğin; "Ulusal" ve "ulusalcı" kavramlarını bir tutar, bu direnişe soğuk bakarsa  bu direnişin ulusalcı, hatta ırkçı bir çizgiye dönüşmesi işten bile değil.

Böyle bir tehlike var mı? Elbette var.
Fransız Solunun bugünkü şaşı bakışının epeyi bir geçmişi var.
2000'li yılların başında -ya da 90'ların sonunda' , Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Ticaret Bölümü Başkanı  L’Humanité’de bir yazı yazıyor.
Fransız Komünist Partisinin yayın organı olan L’Humanité’deki bu yazısında David Hartridge, Fransa'nın milli çıkarları konusunda duyarlı olanları yatıştırma görevini Fransız Komünistlerine veriyordu.
“Hizmet Ticareti Genel Anlaşması: Bir komplo yok!” başlığını taşıyan yazısında, DTÖ görüşmelerinin kötü niyetli ve büyük
sermayeye satılmış teknokratların bir komplosu olarak sunulduğunu, gerçekte GATS’ın Fransa için iyi bir haber olduğunu, çünkü Fransa'nın dünya ticaretindeki
engellerin azaltılması yönündeki gelişmeden en çok kâr eden ülkelerin başında geldiğini söyleyerek önce  L’Humanité’ okurlarını ikna etmeye çalışıyordu.
PCF(Fransız Komünist Partisi) de bu yazıyı yayın organında yayınlayarak aynı fikirde olduğunu beyan etmiş oluyordu.

Bu günkü Sarı Yeleklerin direnişi aslında, -şimdi TiSA'ya dönüşmüş olan- küreselleşmenin somutlaşması anlamındaki GATS ve benzeri anlaşmalarının yaşamlarına olan etkisidir.
Tıpkı Türkiye Solu gibi Fransız Solu da Küreselleşmenin (siz ona 'Küreselleş(tir)me' deyin) haltında inci aramakla meşgul olduğundan emekçi ve yoksulların "ulusal pazarının" yok olmasının ne anlama geldiğini görmedi bile.

Ancak; "olgular algılardan bağımsızdır". Siz görseniz de görmeseniz de ortaya çıkar.
Tıpkı Gezi Direnişi gibi, tıpkı Sarı Yelekliler gibi...

Sarı Yelekliler direnişi yıllar sonra bizlere, "Gezi Direnişi aslında neydi" sorusunun yanıtını veriyor.
Ama aynı zamanda Gezi Direnişin yegane meyvesi olan Haziran Hareketinin, bizzat 'komünistler' ve 'devrimciler" tarafından ustalıkla kadükleştirilmesi de Sarı Yeleklilere birkaç yıl sonrası için bir uyarıdır.

Bana gelince kendi çapımdaki yetenek, birikim ve imkanlarım çerçevesinde yırtındım durdum.
Bakın, "EMEKÇİ ULUSLAR ya da ULUSLARIN EMEKÇİLEŞMESİ" adlı, Temmuz 2016'da yayınladığım yazımda neler demişim.

"...
Ancak Avrupa'da son günlerdeki toplumsal gelişmelere biraz dikkatli bakarsak bu sürecin orada da aynı temelde işlediğini görürüz.
Küresel Kapitalizmin sömürüyü -gelişmiş veya gelişmemiş fark etmeksizin- tüm ülkelere yayması ve derinleştirmesinin tetiklediği bir süreç bu.
Bu süreç tüm pazarları birleştirip, kaynaştırıyor ve doğal olarak ulusal pazarları da bünyesinde eritiyor.
Bu pazarlar arasında çalışanlar ve ufak sermaye grupları için ülkenin gelişmişliğine paralel olarak ayrıcalıklı olan pazarlar da var.
Küresel Kapitalizm bu pazarları kaynaştırıp, bünyesinde eritirken çok doğal olarak ayrıcalıkları da yok ediyor.
Yani gelişmiş ülkelerde de emekçi ulusların oluşması söz konusu.
Bu sürecin bize şoven görünümlü ilk yansımalarına kanmamak lazım… Avrupa ülkelerindeki sağ partiler bu sürecin asıl tetikleyici etkeni olan, Küresel Kapitalizmin gelişimini ve içselleşmesini göz ardı ederek, kendileri için daha kolay siyasi rant alanı olan şovenizmi pompalıyorlar.
Sorunu mülteci karşıtlığı, İslamofobi, vb. üzerinden gündeme getirerek, Küresel Kapitalizm etmenini gizlemiş oluyorlar.
Ne yazık ki Avrupa sosyalistleri de aynı aymazlık içinde.
Tüm dünyada yaygın bir moda olan, solculuğu ve sosyalist mücadeleyi etik bir mücadele alanı olarak görmekten vazgeçtiklerinde bu mücadelenin özünün sınıf mücadelesi olduğunu anladıklarında sağcı, faşist partilere siyasi rant alanı kalmayacaktır.
Şu an Küresel Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin ve vatandaşı oldukları ülkelerinin de dahil olduğu Emperyalist müdahalelerin açtığı mültecilik gibi bir insani yaraya merhem sürüp, üflemekle yetiniyorlar.
Kapitalizme ve kendi emperyalist devletlerine karşı mücadele etmiyorlar. (Aynı tavrı Türkiye'deki müsveddeleri de gösteriyor)
Ama tıpkı “enerjinin sakımı kanunu” gibi sınıf kavgasının da sakımı kanunu var.
Sınıf kavgası bilinçlerde ne kadar törpülense yaşamdaki varlığı yok edilemiyor.
Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika gibi ülkelerde emek hareketleri ve grevler kendini gösteriyor.
Avrupa’da ABD ile AB arasında imzalanması planlanan Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Anlaşması’na (TTIP) karşı geniş bir mücadele yürütülüyor. Yakın zamanda Almanya’nın Hannover kentinde, sendikalar, küreselleşme karşıtı parti ve kurumlar, Transatlantik Anlaşması’na karşı on binler yürüdü.
Bunu şoven bir kalkışma olarak göremezsiniz. Aynı mücadele Avrupa’nın değişik ülkelerinde birlikte yükseliyor.
Bu ülkelerde de artık Emekçi Uluslar ortaya çıkıyor. Küresel Kapitalizme karşı varlıklarını korumaya çalışıyorlar...
ABD ile AB arasında imzalanması planlanan Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Anlaşması (TTIP) emekçilerin ulusal çapta direnişine yol açarken artık küresel sermayenin bir parçası olan ülkenin egemen sermayesi ve devletleri tarafından destekleniyor.
Yakında bütün Avrupa ülkelerini saracağını düşündüğüm bu direnişlerin iki önemli özelliği var; ulusal ve emek tabanlı...
Yani tam anlamıyla Emekçi Ulusların direnişi...
Emekçilerin bu dinamizminin Avrupa sosyalistlerini de etkileyecektir.
Ben bu ülkelerde yükselen mücadelenin önemli bir potansiyeli barındırdığını düşünüyorum.
Emekçi tabanları şovenizm ve budunculuk bataklığına düşmelerini engelleyecektir.
Küresel Kapitalizm gibi bir ortak düşman, Emekçi Ulusların ortak mücadelesini de getirecektir.
Bu ülkelerde işçi sınıfının örgütlü ve güçlü olması, ötesi bilinçli olması Emekçi Ulusal bilincin gelişimini kolaylaştırıyor, hızlandırıyor.
..."
Bkz.:
https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2016/07/emekci-uluslar-ya-da-uluslarin.html

Bir yandan Emekçi Uluslar ortaya çıkıp kendilerini dünyaya ilan ederken Küresel kapitalizm de boş durmayacaktır.
Dikkatli olmak gerek!
Umarım yanılırım ama, böylesi direnişleri "Milliyetçi Enternasyonal" olarak yaftalamaya hazırlanıyor.
Büyük ihtimalle Türkiye Solunun önemli bir kesimi de buna teşne olmaya hazır.
Oysa ufukta "EMEKÇİ ULUSLARIN KARDEŞLİĞİ" gibi yepyeni ama bir o kadar da tanıdık ve kadim bir "enternasyonal" görünüyor.

2 Aralık 2018 Pazar

SELAHATTİN DEMİRTAŞ ve OSMAN KAVALA NEDEN KURBAN EDİLİYOR?

Selahattin Demirtaş AİHM kararına rağmen neden salıverilmedi?
Osman Kavala hakkında hiç bir delil olmamasına rağmen neden hala tutuluyor?
Bu soruyu yanıtlamadan önce; "bu tutumun Erdoğan İktidarına rağmen olabileceğini, yani Cumhurbaşkanının isteğinin dışında, tamamen hukuksal bir durum olduğunu söylemek mümkün mü?" sorusunu yanıtlamamız gerekiyor.
Bana göre İkinci sorunun cevabı basit
Kılıçdaroğlu'nun yüksek miktarda tazminat ödemeye mahkum olmasından tutun, geriye doğru bir sürü olayda Erdoğan'ın hukuka nasıl müdahale edebildiğini bir düşünün.
O açıdan uzatmaya  hiç gerek yok; Yaşadığımız koşullarda toplumsal olaylarda Erdoğan'a rağmen hukuksal bir karar mümkün değil.
Yani Erdoğan isterse ya da ABD ve Avrupa gerçekten ister ya da  dayatırsa Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala anında dışarıya çıkabilir.

O durumda ilk soruyu  ayrıntılandırarak tekrar soralım:
"Erdoğan, bir yandan La Figaro'ya yazdığı makalede "AB'ye tam üyelik hedefimiz devam ediyor." derken,
diğer yandan Selahattin Demirtaş ile ilgili kararında, "AİHM kararları bizi bağlamaz" demesini nasıl açıklayabiliriz?

Soruyu daha da geliştirmek istiyorum ama aşağıda dün paylaştığım yazıdan aktardığım, birkaç olgusal gelişmeyi anlatan bir alıntı var. ("Olgusal Gelişme"; çünkü gerçekleşti. Haber değil artık bir olgu.)
Önce bu alıntıyı okuyalım.
"...
--) 24 Haziran seçimlerine yakın bir zamanda, Erdoğan'ın İngiltere ziyaretin hemen öncesinde, Çözüm Sürecinde etkin görev almış eski bakanların (Efkan Ala, Taner Yıldız, Abdülkadir Aksu) DPI ile görüştüğü haberleri, inkar edilmemek üzere basında yer almıştı.

--) Aynı dönemlerde DPI direktörü Kerim Yıldız, "Süreç başlamak zorunda birileri istediği için değil, Türkiye ve bölgenin içinde bulunduğu durumdan dolayı, bir süreç başlamak zorunda."  diyerek bu habere daha bir anlam katmıştı.
Kerim Yıldız şöyle devam etmişti; "Kim başlatır? Tabi ki çatışmada yer alanlar, özellikle hükümet kesimi. Mevcut durumda ise hala umudumu koruyorum çünkü bir temel var ve üzerinde gelişebilir. Yeter ki isteyelim"

--)Yine yakın zamanda ama bu defa, inkar edilmediği gibi, ikrar da edilen bir başka; "AKP İstanbul Milletvekili Ravza Kaçakçı başkanlığındaki AKP heyeti, Almanya temaslarında "federal yapı"yı inceledi." şeklinde bir haber ortaya çıkıyor.
Ailecek Amerikancı Gladyo'ya çalışan Kavakçı bu teması, "Federal sistem hakkında bilgi alışverişinde bulunduk" diye sosyal medya hesabından paylaşarak, ikrardan öte özellikle reklam da ediyor.
..."
Yukarıdaki üç gelişmenin herhangi bir tanesi Erdoğan faktörünün dışında gelişemez.
"Olabilir" diyenlerle ayrıca tartışırız.
Ama ben, 'gelişemez' iddiam üzerinden soruyu genişletiyorum:
Bu gelişmelerin hiç birine itiraz ve müdahale etmeyen, dolayısıyla Çözüm Süreci ve Dolmabahçe Mutabakatına yeşil ışık yaktığını "sessizce ikrar" eden Erdoğan neden bu sürecin önemli aktörlerinden, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın salıverilmesine cevaz vermiyor?
Türkiye Solu ya da Sol Muhalefet bu sorunun cevabı üzerine kafa yordu mu?
Yoksa kafa yormaya bile değmeyecek kadar basit de ben mi göremiyorum?

Benim de kafamda basit diyebileceğim bir yanıt var.
Bakalım sizin yanıtlarınıza uygun mu?
Ama ben ne kadar 'basit' de olsa kafa yormadan bulamıyorum. Her zamanki gibi yanıta sorularla ulaşmaya çalışacağım.
Eğer Erdoğan -aslında çoktan razı olduğu- Çözüm Süreci ve Dolmabahçe Mutabakatını açıksa kabul etse ne olurdu?
Bu tavrı, -Yerel Seçimler öncesi yaptığı ittifakları da hesaba katarsak- kendisine siyasi rant mı getirir yoksa siyasi bedel mi?
Örneğin, AİHM kararına uymayacağını en afili bir şekilde söyleyerek siyasi rant mı kazandı yoksa hazırdan mı yedi?
Ben bu soruların yanıtları üzerine kafa yorduğumda direkt olarak, ilk sorunun, "Erdoğan neden Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın salıverilmesine cevaz vermiyor?" sorusunun yanıtına ulaşıyorum.
Bana göre yanıt, "Erdoğan, Yerel Seçimler köprüsünü 'firesiz' geçebilmek için Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın salıverilmesine cevaz vermiyor." şeklinde, basit ve net...
Erdoğan'ın bugüne kadar proje kodlarına aykırı görünen bütün kılık ve tavırlarının nedenleri de bundan önce geçmek zorunda olduğu köprülerdi.

Rahip Brunson davasını hatırlayın.
Erdoğan'ın, 24 Haziran öncesi dava devam ederken, adeta hüküm açıklarcasına, "terör örgütleriyle ilişkisi var" dediği Brunson'un, seçimlerden sonra, -Erdoğan'ın bizzat yetkisinde olan savcı değiştirme operasyonlarıyla- ilk duruşmada önce ev hapsine, sonraki duruşmada da salıverilmesine karar verilmişti.
Rahip Brunson bir algı operasyonunun tutsağı olarak kullanılmıştı
Yaratılmak istenen, "Fethullah Gülen'in teslim edilmesi için Erdoğan tarafından rehin alındığı" algısıydı. Erdoğan da, "Ver papazı, al papazı" diyerek bu algıya çalıştı.
Ama gerçekte her iki 'papaz' da ne Trump'ın ne de Erdoğan'ın umurunda bile değildi.
Onların seçmenlerin nezdinde kazanacakları siyasi ranttan başka dertleri yoktu.

Bugün hukuksuz olarak ceza evinde tutulan Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala da Erdoğan'ın seçim hesaplarına kurban edilmektedirler.
Çoktan beri görüşülen Çözüm Sürecinin, öteden beri altyapısı hazırlanan Dolmabahçe Mutabakatının üzerini örtmek için esir tutulmaktadırlar.
Türkiye Solu, İkirciksiz olarak bu hukuksuzluğa karşı çıkmalıdır.
Öncelikle vicdan ve adalet gereği...
Ama aynı zamanda mantık ve akıl gereğini de yerine getirmeli.
Akıl ve mantık böylesi hukuksuzluklara karşı mücadelenin başarılı olması için, bu hukuksuzluğun arkasındaki gerçekleri irdelemek, tartışmak ve nihayet teşhir etmek gerektirir.
Türkiye Solu ve en genelde Sol Muhalefet, hegemonyanın sirenlerine güdülenmekten kurtulmalı.

Erdoğan İktidarı "hukuksuz davranma yetkisi" sayesinde bunu yapabilmektedir.
Bu yetkiyi Erdoğan;
12 Eylül 2010'da başlatılan Yetmez ama Evet Süreciyle başlayan, adım adım ilerletilen;
Ergenekon ve Balyoz davalarıyla alkışlanan;
nihayet 16 nisan 2015 Anayasa referandumunda taçlandırılarak ilerletilen bir süreç sonunda elde etmiştir.
Türkiye Solunun hataları, aymazlığı, algısal tuzaklar kolayca düşmesi bu süreci ivmelendirmiştir.
Ne yazık ki aynı haller devam ediyor.
Bu aymazlık ve algısal tuzakların gedikli avları olma hali son bulmadıkça daha çok hukuksuzluk yaşanacaktır.